Çernobil hâlâ vuruyor!
"Çernobil faciası"nın üzerinden 13 yıl geçti. 26 Nisan 1986 tarihinde gerçekleşen Çernobil Nükleer Santralı'nın patlaması, İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna doğru ABD'nin Japonya'ya attığı atom bombası sonrasında yüzyılımızın en büyük nükleer faciası olarak tarihe geçti.
Bazı burjuva araştırmacılarının verdiği bilgiye göre, Çernobil Nükleer Santralı'nın patlamasıyla atmosfere yayılan radyoaktif kimyasal maddeler, Hiroşima'ya atılan bombanın çıkardığı radyasyonun 500 katı kadar olmuştur.
Yine verilen bazı bilgilere göre, Çernobil'in etkisi, daha doğrusu doğaya ve insanlara vereceği zarar, radyoaktif ışınların toprağın 20 metre derinliğine sinmesi sonucu yüzlerce kuşak sürecek.
Dünya Sağlık Örgütü'nün tahminlerine göre önümüzdeki 30 yıllık dönemde 50 bin insanın kanser hastalığına yakalanması bekleniyor. Bu arada Çernobil'in atmosfere yaydığı radyoaktif ışınların etkisiyle kanser hastalığı dışında kalp rahatsızlıkları, astım, mide, deri, göz, sinir sistemi bozukluğu ve benzeri hastalıkların da giderek çoğalacağı açıklanmaktadır.
26 Nisan 1986'dan bu yana milyonlarca insan radyoaktif ışınlardan değişik biçimlerde etkilendi, onbinlerle hesaplanan ölümler gerçekleşti. Hâlâ Çernobil etkisiyle kansere yakalananların kesin sayısı bilinmemektedir. Bilinen bir gerçek: Çernobil patlamasından sonra kansere yakalananların sayısında büyük bir artış olduğudur. Örneğin, verilen bilgilere göre Çernobil patlamasından sonra tiroit bezi kanseri hastalığı on kat artmıştır. Çernobil'in etkilerinden biri de özürlü çocuk doğumunda görülen büyük artıştır.
Kuşkusuz zarar sadece insanlara verilmedi. Çernobil'in verdiği esas zarar insanların da parçası olduğu doğaya verildi. Ve uzun süreli etkisi ise, hava, su, toprak, orman... üzerinde devam etmektedir. Bir bütün olarak doğaya verilen zarar, radyasyonun insanların soluduğu havaya, yediği meyve ve sebzeye, içtiği suya karışmasıyla yine insanların yaşamını tehdide dönüşmektedir. Kısacası Çernobil, patlamadan onüç yıl sonra da hâlâ doğayı tahrip etmeye, insanların ölmesine yol açmaya devam etmektedir.
Yukarıda da dediğimiz gibi Çernobil tarihe geçti ve tarihe geçmesiyle de güncelliğini yitirdi...
Gerçekte ise Çernobil'in doğaya ve insanlara verdiği zarar dün olduğu gibi bugün de sürmektedir. Patlama geride kaldı ama, zararları hâlâ güncel. Patlamayla ve patlamanın hemen ardından yaşamını yitirenlerin sayısı, radyoaktif ışınların etkisiyle daha sonraki süreçte ölenlerin sayısından çok daha azdır. 1986'daki patlamanın ilk andaki etkileri, özellikle Çernobil'den uzak bölgeler için etkileri, saç dökülmesi, mide bulantısı vb. biçimde kendisini gösterirken, sonraki yıllarda bu etkiler kansere ve ölümle sonuçlanan değişik hastalıklara yakalanma biçimine dönüştü. Çernobil patlaması "meyvesini" gerçekte, patlamadan 5-10 yıl sonra vermeye başladı.
Çernobil'in etkileri Türkiye'de de devam etmektedir. 1986'da patlamanın ertesinde radyasyondan en çok etkilenen ülkelerden biri olan Türkiye'de, devlet yetkililerinin de vurdumduymazlığı sonucu, Çernobil kurbanlarının sayısı her geçen gün artmaktadır. Son üç-dört yılda Çernobil'in etkisiyle kanser hastalığına yakalananların sayısında büyük bir artış olmuştur. Örneğin, patlamadan sonra Türkiye'de hematolojik kanser türleri ve cilt kanserlerinde % 84 artış olmuştur. Benzeri hastalıkların önümüzdeki yıllarda da artacağı gözönüne alındığında, Türkiye'de binlerce insanın adım adım ölüme doğru yol aldığı gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Türkiye'de de radyoaktif ışınların yarattığı tüm sonuçlar yaşandı, yaşanmaktadır. Çocuklar özürlü doğmakta, ağaçlar kurumakta, toprak eskisi gibi verim vermemekte, yiyecek ve içeceklere -özellikle içeceklerden çay ve suya- karışan radyasyonun etkisiyle çok değişik hastalıklar ortaya çıkmaktadır.
Çay ve sudan bahsetmişken bir noktanın altını çizmek gerekiyor:
Bilindiği gibi 1986'da Çernobil Nükleer Santralı'nın patlaması sonrasında radyasyondan en çok etkilenen ülkelerden biri olan Türkiye'nin, "Karadeniz" bölgesinde üretilen çay da radyasyondan payını aldı. Dönemin Sağlık Bakanı televizyon programında halkın karşısında çay içerek, radyosyonlu çayın hiç de zararlı olmadığını, hatta ve hatta erkek Türk milletinin erkeklerine yakışır biçimde biraz radyasyonlu çayın erkeğin gücünü artırdığını, Türk çayının içilmesinin hiçbir zararının olmadığını halka anlatmıştı.
Türkiye'de iç pazara yönelik fazla sorun yaşamayan hakim sınıflar, yurtdışına ihraç ettikleri çayda yüksek oranda radyasyonun tespit edilmesini ve ihraç edilen tonlarca malın geri alınmasını engelleyemedi. Dönemin Sağlık Bakanı'nın televizyonda ve basında yayımladığı demeçlerin ve propagandanın yalanlarla dolu olduğunun ortaya çıkması ertesinde, ihraç edilip geri alınan malların imhası sorunu gündeme geldi.
İhraç edilip geri almak zorunda kalınan tonlarca çayın bir bölümü, yine halka içirilirken, bir bölümü de yere gömüldü. Yere gömülen çay, normalinde öyle bir biçimde gömülmeliydi ki, ne radyoaktif ışınları etrafa saçabilsin, ne de başka biçimlerde insan sağlığını tehlikeye düşürsün.
Fakat burası Türkiye! Gömüldü çaylar rastgele bir yere. Yağdı yağmur, kaydı toprak, ortaya çıktı yine radyasyonlu çay yaprak yaprak... Radyasyon bir yandan atmosfere yayılırken, diğer yandan da yağan yağmurla birlikte içme suyu kaynaklarına karıştı. Radyasyonlu çayların gömüldüğü bölgenin insanları, hiçbir şeyden habersiz, içtikleri suyla radyasyonlandılar. Hastalıkların yoğun biçimde başgöstermesi sonucu yapılan araştırmalar, gömülen radyasyonlu çayların doğru dürüst gömülmediğini; yağmur yağması sonucu çayların üzerindeki toprağın kaydığını ve çayların ortaya çıktığını; ve yağmur sularıyla birlikte radyasyonun içme suyuna karıştığını; bölgedeki hastalıkların da içilen sudan kaynaklandığını ortaya çıkardı. Böylece Çernobil'in Türkiye'de de hâlâ etkin olduğu bir kez daha belgelenmiş oldu.
Çernobil'in etkisiyle Türkiye'de hastalığa yakalananların sayısında artış olurken, hakim sınıfların nükleer santral kurma çabaları da Çernobil patlaması öncesine göre giderek yoğunlaşmaktadır. Öyle ki, artık Türkiye'de nükleer santralların propagandası ilköğretim okullarının ders kitaplarına da girdi.
6. sınıf öğrencilerine verilen derslerde nükleer santralın ülkeye ne kadar yararlı ve gerekli olduğu çocuk yaştan itibaren beyinlere şırınga edilmektedir. İstanbul İkitelli'de bu yılın başında ortaya çıktığı gibi Türkiye'de henüz tıbbi atıkların bile doğru dürüst depolanmadığı bir ülkede, nükleer santralın devlet tarafından çevreye ve insanlığa zarar vermeyecek biçimde inşa edildiği vb. düşüncelerle genç beyinler aldatılmaktadır. İşte kitaptan bir pasaj: "Akkuyu mevkiinde nükleer santral kurulma aşamasındadır. 1976'dan beri kamuoyunda tartışılan bu santralın olumlu ve olumsuz yanlarının işletme aşamasında ortaya çıkacağı ifade edilmektedir. Devletimiz bu santralın çevreye ve insanlığa zarar vermeyecek şekilde yapımını gerçekleştirme konusunda titiz davranmaktadır." (aktaran Cumhuriyet gazetesi, Aralık 1998 başı)
Milli Eğitim Bakanlığı'nca hazırlanan ders kitabında nükleer santralların bazı sorunlarının da olduğu açıklanmasına rağmen; propaganda edilen esas şey nükleer santralların gerekliliği ve "titiz" davranıldığında, iyi depolandığında pek de önemli bir zararının olmadığı, ama buna karşın "memlekete" büyük faydasının olacağıdır.
Burjuva bilim adamlarının da kabul etmek zorunda kaldığı gerçek, nükleer santralların patlamamasının -andaki en gelişmiş teknikle bile- garantisi yoktur. Yani dünya üzerinde bulunan bütün nükleer santralların patlaması her zaman sözkonusudur (sızıntılardan sözetmiyoruz burada). Nükleer santralın patlamasının doğaya ve insanlığa ne kadar zarar vereceği Çernobil örneğiyle sabittir.
Patlamasa bile doğaya zarar vermeyen nükleer santral yoktur. Nükleer atıklar ne kadar iyi depolanırsa depolansın doğaya ve insanlara zarar vermektedir. Bizzat nükleer atıkların varlığı bile nükleer santralların doğaya ve insanlara zarar verdiğinin en açık kanıtıdır.
Andaki en gelişmiş tekniğe sahip ülkelerde yapılmaya çalışılan, santralların patlamasını engellemek ve doğaya verilen zararı biraz olsun azaltmaktır. Ama en ileri teknikle bile doğaya zarar verildiği ortadadır.
Türkiye'de ise Akkuyu'dan sonra Sinop İnceburun'da da nükleer santral yapılmak istenmektedir. Hem de, verilen bilgilere göre Fransa dışında batılı ülkelerin terk ettiği nükleer güç santralları ve eskimiş teknoloji devralınarak!
Sözkonusu ders kitabında nükleer santralların yapımına gerekçe olarak da "ihtiyaç duyulan enerjinin sağlanması gerek"tiği gösterilmektedir.
Nükleer santralların propagandası, gerekli enerjinin sağlanması temelinde işlenirken, sanki enerjinin sağlanacağı başka yollar yokmuş, nükleer enerjiye mahkûm olunmuş havası yaratılmaktadır. Oysa enerjinin sağlanacağı çok değişik yol ve imkânlar vardır.
Güneş ve rüzgar enerjilerini bir kenara bıraksak bile, somut olarak Türkiye'de, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Enerji Komisyonu tarafından Çernobil'in 13. yıldönümünde hazırlanan raporda verilen bilgilere göre 33 adet hidroelektrik santralı inşası bitme aşamasına gelmiş; fakat özelleştirme uygulamalarıyla özel sektöre peşkeş edilmekte ve en önemlisi de bu santralların bitirilmesi kâr dürtüsüne kurban edilmektedir.
Cumhuriyet gazetesinin aktarımına göre, sözkonusu raporda 33 hidroelektrik santralının bilinçli olarak üretime kazandırılmadığı vurgulanmakta ve şu örnek aktarılmaktadır:
"Örneğin, imtiyazlı bir şirket olan ÇEAŞ'ın sorumluluğu altında bulunan Berke Barajı ve santralı inşaatının 1992 yılında bitirilmesi gerekiyordu. Ancak ilgili şirketin kârlılıkla ilgili tercihleri nedeniyle inşaat tümüyle durmuştur. Çalışır durumda olan Mersin Santralı da aynı şirket tarafından aynı gerekçelerle çalıştırılmamakta ve TEAŞ'tan enerji alarak satılması tercih edilmektedir." (Cumhuriyet, 27 Nisan 1999)
Bu örnek, hakim sınıfların sahtekârlığını gayet iyi ortaya koymaktadır. Evet, bir yandan "memleketin" kalkındığı ve bu kalkınmaya paralel olarak da enerji ihtiyacının yükseldiği, enerji ihtiyacının karşılanması için de nükleer santrallara gereksinim olduğu propaganda edilirken; diğer yandan inşaatlarının bitmek üzere olduğu ve "memleketin" enerji ihtiyacının büyük bir bölümünü karşılayabilecek olan 33 hidroelektrik santralının inşaatı durduruluyor, geciktiriliyor ve çalışabilecek durumda olanlar da çalıştırılmıyor... Hakim sınıfların gerçek çıkarları, "kârlılıkla ilgili" tercih yapmayı gerektiriyor.
Onların, ders kitaplarına "devletimiz bu santralın çevreye ve insanlığa zarar vermeyecek şekilde yapımını gerçekleştirme konusunda titiz davranmaktadır." tespitlerini yazdırmaları, sadece ve sadece gerçekleri gizlemek içindir. Hakim sınıfların "titiz" davranacakları esas nokta, ne kadar kâr edecekleri noktasındadır. Onların çevreye ve insanlığa zarar vermemesi için titiz davranmaları da ancak kendilerine daha kârlı olduğu zaman sözkonusu olabilir. Yoksa, hakim sınıfların çevreye ve insanlığa zarar vermeme diye bir sorunları yoktur. Sömürücü hakim sınıfların ve onların düzeninin varlığının kendisi, gerçekte, doğaya ve insanlığa en büyük zarar veren gerçekliktir. Hata düzende değil, düzenin kendisi hatadır!
Sömürü ve azami kâr temeline dayalı düzenin ve sömürücü hakim sınıfların doğayı koruma ve büyük insanlığın çıkarlarını temel almayacağı açıktır. Dünya Bankası Başdanışmanı Lawrence Summers'in "gizli" kalmasını istediği bir mektupta söyledikleri, sömürücülerin doğa ve insanların sağlığına nasıl yaklaştıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Sözkonusu tavır şöyledir:
"Estetik ve sağlık nedenleriyle daha temiz bir çevre isteme hakkı, gelirle doğru orantılıdır. (abç) Kirli sanayiler, insanların prostat kanserine yakalanıncaya kadar yaşadıkları bir ülke için tehlike arz eder. Ancak bu, beş yaş altındaki ölüm oranlarının binde yirmiye ulaştığı bir ülkede fazla bir değişiklik yaratmaz." (aktaran Evrensel, 4 Mayıs 1999)
Evet, Summers gayet açık konuşmaktadır. Geliri olmayanın temiz bir çevre isteme hakkı da yoktur!!! Ne kadar gelir, o kadar hak! Ya da Türkçede çokça kullanıldığı gibi, "parayı veren düdüğü çalar!"
İşte burjuva düzeninin gerçek yüzü!
İnsanca yaşanılacak bir dünya, üzerinde yaşanacak bir doğa isteyenlerin, burjuva düzeninin gerçek yüzünü görüp doğayı koruma mücadelesini bu düzene karşı mücadeleye dönüştürmesi gerekiyor.
Kapitalist düzen varlığını sürdürdükçe, doğanın talanı, insanların barbarlığa sürülmesi süreci de devam edecektir. Barbarlığı yok etmek, doğayı korumak kapitalist düzenin ortadan kaldırılmasından geçmektedir.
Bunun için de, "Ya barbarlık, ya sosyalizm!" şiarı her zamankinden daha fazla günceldir.
ÇAĞRImız yeni bir dünya yaratma mücadelesi içindir!